Kent Sanatçıları (SÖYLEŞİ – Bölüm 2)

Hem şair, hem de düzyazı kitaplarınız yayınlandı. Sizce şiir mi yolsa düzyazı mı öncelikli?

z_cavusogluHer ikisi de evlat. Biri ötekinden ayrılır mı? İlk yapıtım bir şiir kitabı. “Anadolu Destanı” 150 sayfalık uzun bir şiir… Ardından öykü kitapları, masal kitabı ve gazete, dergi yazıları… Öncelikli olarak şairim tabi. Öykülerime ya da diğer yazılarıma baktığınızda bu önceliği hep fark edeceksiniz. Düzyazılarımda da hep şiirsel bir örgü, şiirsel söylem ve tad bulacaksınız. Bu biraz da benim aşırı duygusal iç dünyamla ilgili galiba. Yüreğiyle dünyayı algılayan bir insanım. Bu yüzden de yaşamım bir çok hatalarla dolu. Çok istesem de mantığımın sesine değil, yüreğimin sesine kural veririm. Bu da şiirsel bir bakıştır evrene… Bana dizelerimi bağışlayan bu duygusal yoğunluktur sanırım.

Ama bazı yazılarınızda dilinizin oldukça sivri olduğu görülüyor. Eleştirilerinizde de oldukça keskin bir üslup kullanıyorsunuz.

Doğrudur. Bu benim en belirgin yanım. Sevdiğimi yüreğimin en değerli yerinde konaklatırken, kafama taktığımı da yerin dibine batırmaktan hiç çekinmem, ama bu ayrımı öncelikli olarak çok iyi tespit etmeliyiz. Sevilenler bellidir de şu sevilmeyenler kimlerdir? Onları iyi tanımamız gerek.

Bizler ülkemizin en zor dönemlerinden çıkıp geldik. 70’leri gördük, 80’lerin en çalkantılı dönemlerini yaşadık. Ölüm korkusuyla sokağa çıkmadığımız günler oldu. Okulumuza devam etmekten korktuk. Gazetelerimizi, dergilerimizi gizli gizli okuduk. Yazdıklarımızı köşe bucak sakladık. Baskıya, teröre, ikiyüzlülüğe, her türlü iğrençliğe, göz göre göre yapılan yanlışlara karşı direnirken ne kadar güçsüz kaldığımızın farkına vararak en büyük yıkımları yaşadık. Bütün bunlara rağmen bizim yıkılmaz ideallerimiz vardı. Bu ülkeye, bu ülke insanına borçlarımız vardı. Hep bu bilinçle sarıldık işimize.

Doğruyduk ve inançlıydık. Çoğumuz toplumun yararına kendini feda etmekten çekinmedi. Yaşananlar yanlıştı, doğruydu bu ayrı bir konu ama o günleri yaşarken devamlı ezilen, horlanan, kırılıp yok edilen hep bizlerdik. Şimdi işler değişti. Biz, ülkemiz kendi kendine yetsin, bağımsız bir devlet olarak, kişilikli bir ulus olarak dünya devletleri arasındaki yerini alsın dedik, şimdi moda “sınırların yok edilmesinde”. Dediğim gibi, bizim dünyamız, düşlerimiz bunlar değil. İnsanın insanı boğazladığı, güçlünün güçsüzü yuttuğu, her türlü birleştirici değerin yerle bir edildiği bu dünya bizim dünyamız değil. Bizler çiçeği dalında koklayan insanlarız. Çiçek bahçelerinden sevgilisine gül yolan insanları yermemizden daha doğal ne olabilir. İnsanlar gönül verdiğim ölçütler içinde olmazlar çoğu kez. Her kazık yedikçe öfkelenir, her yalanda, her ikiyüzlülükte, her dürüstlükten uzak davranışta küplere binerim. Bir küçücük sandalyeye, yanından bile geçemeyeceği, yeteneklerinin yetmeyeceği koltuklara ulaşmak için takla atanların, birbirlerini ezerek yükseklere ulaştıklarını zannedenlerin alçalışlarını gördükçe içim dolar kaçarım oralardan. Sığındığım yalnızlık köşemde kalemime sarılır yazar yazarım. Öfkem kalemimi sivriltir. İnsanların böylesine alçalışına anlam veremediğim için bazen beni tutan sınırları alt üst ederim.

Şiir kitaplarınızdan bahsedebilir misiniz biraz da?

Tabi. İlk göz ağrımdan başlayayım. “Anadolu Destanı” 1986’da ilk basımını yaptım. 1991 ve 1998’de de iki ve üçüncü basımları yapıldı.

Anadolu Destanı daha önce de söylediğim gibi çok uzun soluklu bir şiir. 150 sayfa kadar. Türk ulusunun Atatürk önderliğindeki ulusal kurtuluş savaşı veriliyor bu şiirde. Tam dört yıllık bir çalışmanın, emeğin ve göz nurunun meyvesidir bu kitap. Bu şiiri bina ederken Diban şairi Fuzuli’nin “İlimsiz şiir olmaz” sözü hiç aklımdan çıkmadı. Türk tarihi ile ilgili ne kadar kitap, dergi, gazete vs. varsa gözden geçirdim. Yüzlerce kitap, belge okudum. Destanlar ki sadece Türk destanlarını değil, diğer Uluslara ait destanları satır satır değerlendirdim. Ancak bu bilgi birikiminden sonra kalemimden dizler damlamaya başladı. Üç baskı yaptı. Milli Eğitim Bakanlığınca okullara tavsiye edildi. Sayısız okul tarafında bu şiir kitabı senaryolaştırılarak sahneye taşındı. Türkiye’nin birçok kentinden okullarda sahnelendiğine dair mektuplar aldım. Doğrusu verdiğim emeğe değdi.

Anadolu Destanı ilginç bir kitap. Taklitleri çıktı. Alıntı niyetine çalıntılar yapıldı. Mahkemelik oldu. Yani macerası çok.
Atatürk’ün Samsun’a çıkışının 80. yıl şenliklerinde bestelenip, sahnelendi. İlginçtir bu sahneleniş olayında eserimin başına adım bile yazılmadı. Telif ücreti olarak ödenmesi gereken para ödenmedi. Mahkemelik olduk ve kazandık. Ödenecek paradan çok bir sanatçıya duyulması gereken saygının ne kadar önemli olduğunu anlatmak isterim birilerine. Her neyse… “Sessiz Kalemlerin Öyküsü“ne geçelim. Bu kitabım, teröre kurban giden öğretmelerin anısına yazılmıştır. Bu da 68 sayfalık uzun bir şiirdir.

Bir ilkokul öğretmeninin köye gelişi, öğrencilerle ilk karşılaşması, ülküleri, inançları, çektiği zorluklar, korkuları, çaresizlikleri, verdiği savaşımlar ve teröristlerin onları alıp meyvasız bir ağaç dibine şehit etmeleri. Diyarbakır Hani’de şehit edilen öğretmenlerimizi anlattım son bölümde. O diğerlerinden çok farklıydı benim için. Teröristler öğretmenlerin evini bastıklarında evde dört öğretmen var. Üçünü alıp doğulu olan daha yeni öğretmen bir bayanı evde bırakmak istiyorlar. Bayan öğretmeni bırakacaklar ama nişanlısı olan öğretmeni alıp götürecekler. “Siz onu öldüreceksiniz, onsuz yaşamam mümkün değil, beni de götürün” diyor. Onu da alıyorlar ve şehit ederek bir ağaç dibine bırakıyorlar. Böyle acıklı bir öyküyü kaleme aldım bu şiir kitabımda. Bu kitabım da sahnelendi. Gazi Belediyesi Tiyatro Topluluğu için senaryolaştırdım bu şiirimi. Bu da kentli bir sanatçının şiirsel bir oyunun sahneye taşınmasında bir ilkti. Güzel bir çalışmaydı. Hele oyun oynanırken gözyaşı döken eski ilkokul öğretmenlerini gördükçe amacıma ulaştığımı hissetmenin mutluluğunu yaşamıştım orda.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu